Amsterdam, ilk durağımız...
tabi Amaterdam uçağı için önce Karlskrona'dan Kopenhag'a gidiyoruz, erken gidiyoruz ki, tipik Kopenhag evlerine bakalm, kanalını gezelim. Oraya varınca Tivoli eğlence parkına bi girip çıkalım sonra Kopenhag'ı gezeriz diyereeek içeri bi giriyoruz- koca iki kız ordan çıkamıyoruz! Önceki yazıda dedim ya koca bi Christmas market, masal gibi rengarenk, şekerden ağaçlar bile var!
Tivoli'den çıkmak aklımıza gelmediği gibi bide en son birbirimize "dönmedolaptan nasolsa heryer gözükür" deyip dönmedolaba bindik öyle düşün, bende bak kanal şurası diye rehberlik yaptım başımız dönerken :) Sonra da koşa koşa havalanına yetişip Norwegian air'le Amsterdam'a uçuyoruz ve hikaye böyle başlıyor.
Hava alanlarıyla ilgili anılarımız başka yazıda.. özge hangi havaalanlarını listeden sildi... az sonra!
Kime Amsterdam'a gideceğimizi söylesek tabiki önce bi korkuttu bizi, aman dikkat edin, orda ayık birini bulamazsınız dedi, uyuşturucu turizminin olduğu yerde size zorla esrar satmaya çalışırlar, yapışırlar dedi, ben de dedimki heralde bi anda karanlık, mafyavari bi filmin içine düşücez ve iki kızın başına gelenleri izlicez.
Hayır Amsterdam'la ilgili kötü şeyleri unutun! Kimse zorla size esrar satmıyo, isteyen herkes içiyo, bu yüzden de genelde yüzünde kocaman bi gülümsemeyle dolaşan insanlar görüyosunuz, herkes mutlu :) ağır çekimde yaşıyorlar Amsterdam'ı. bütün duyuları da açık olduğu için benden daha iyi yaşıyolar kesin diyerek nerdeyse ben yapışcaktım onlara nasıl nasıl nasılsın diye? gördüğünüz Coffee shoplara da zaten kahve içmek için gitmiyosunuz, aman yanlış anlaşılma olmasın orda bi kahve yanında da kek yerseniz çıktığınızda sizde o gülen suratlardan biri olabilirsiniz :)
Amsterdam'da Iamsterdam kart almak çok mantıklı, havalanına iner inmez tourist informationdan alabilirsiniz, müzelere girişlerde, kanal turunda ve bütün ulaşımda bunu kullanacaksınız ama coffee shoplarda kek buna dahil değil üzgünüm :)
Amsterdam, Amstel ırmağının denizle birleştiği yerken doldurularak bir balıkçı köyü olmuş, şuanki Dam meydanında bi zamanlar teknelerin yüzdüğünü düşünsenize, Hollandalılar o zamanlar bilmeden dünyanın en güzel şehirlerinden birini yaratmışlar bide savunması olsun diye sokak aralarına kanallar açmışlar ki bir şehir bilmeden daha nekadar güzelleşebilirmiş diye! Bide kanalın çevresinde ince ince işlenmiş binalar, hepsini yaparken sanki ayrı ayrı düşünülmüş ama çatıya gelince yanındakinin aynısından yapılmış gibi düzenli, oranlı bi mimari.
Amsterdam deyince herkesin önünde yüz kişiyle omuz omuza fotograf çektirdiği IAMSTERDAM' ın tam orası Museum plein denen müzeler bölgesi, orda Rijkmuseum'daki eserlere ince ince işlenmiş eski eşyalara, heykellere bi de her yanına lale koyulan o eski vazoları görmeye gidilir.
Hele Van Gogh Müzesi! Van Gogh'un yıllar geçtikçe dahada kötüleşen psikolojisini yaptığı tablolardan takip etmek çok ilginç, zaten intihar ettiği yıllara yaklaştıkça donuklaşan gözleri ama hala umut arayan ışıkları görüyosunuz tablolarda, sonra intihar ediyor ve müzede bi mezar resmi, kesinlikle gidilmesi gereken bi müze. Peki Van Gogh'un resim yapmaya 27 yaşında başlamasına ne demeli, demek ki hala dünyaca ünlü bi ressam olabilirmişiz geç değilmiş, Van Gogh'un kardeşinden başka konuştuğu kimse yokmuş, sürekli ona mektup yazıyor, yaptığı tabloları bide karakalem mektubun bi köşesine çiziyor bunların hepsi de bu sergide sergileniyor, zaten 37 yaşında intihar ettiğini düşünürsek o 10 yılda yaptığı 200 eseri kardeşi toplayıp burayı Van Gogh müzesi yapyor, zaten hayattayken bu kadar değerli değilmiş tabloları, bazen bi öğün yemeğe bir tablosunu bile verirmiş, içim gitti, içim!
History Müzesi, belki Diamond müzesida gezilebilir ama çok vaktiniz yoksa kesinlikle yollarda yürümeyi tercih etmelisiniz bide gezerken elinize Chipsy King külah patateslerden alırsınız belki, Dam square'de gezebilir, ordayken de kendisine hiç benzemeyen Brad Pitt'i ya da gerçek bi Obama'yı görmeye Madamme Tousse'ye gidebilirsiniz.Bide Nine little streets dedikleri lalelerin satıldığı, peynirlerin tadıldığı sokaklar var unutma!
Nerede ne yenir yazmıyorum blogta (e bigün parasını verirlerse düşünürüz reklam almayı şöyle sağda bi özhakiki bursa iskender reklamı mesela fena olmaz:) uf yine iskender özledim.
çünkü insanlar şehri gezerken bi anda biyer görürler ve orda olmak isterler ama bu sefer Amsterdam'da gidilmesi gereken iki yeri açıklıyorum 1-kesinlikle Hard Rock cafe, dışardan gayet normal klasik bi hard rock kapısı, ama alt kata bi iniyosun kanalın içinde gibisin, sevdim, like!
2-Gaucho's Grill, bize tavsiye ettiler, bizde tavsiye edelim derken zaten dünyada böyle böyle zincir olmuş bi Arjentina steak restaurant, ben ki sadece hayatta kalmak için yiyenlerdenim, az, öz, hele gurme hiç değilim,ama buraya kefilim, ben tabağımı bitirdim :)
Amsterdam deyince ilk akla gelen "Red Light District" konusuna neresinden başlayacağımı bilmiyorum bile, bunu beklemiyodum! Koca bi mahalle,üst katlara kadar vitrinli binalar, vitrinde kırmızı ışığın altında kadınlar ve onlara baka baka gezen insanlar! Gidip görmemek olmaz diye gidip, onların yerine kendim için için üzülüp, göz göze gelmemeye çalışarak geçtim işte ordan da, bu konudan tam burda çıkmak istiyorum. Onlara baka baka geçen yüzlerce insanın karşısında hissiz hissiz o süper manzaralı vitrinlerinden kanala bakıp hayal bile kuramıyolardır heralde... Yazı gittikçe duygusallaşıyor.
O zaman Van Gogh'un ölümüne yakın yaptığı dünyada en çok posteri satılan Çiçek açan badem ağacı tablosundaki sözüyle bitirir giderim bende
"Üzüntü sonsuza dek yaşar... "