14 Aralık 2011 Çarşamba

karanlık İsveç'in ışığı Lucia Day

Christmas bir aydır bekleniyo burda,herkesin evi ışıl ışıl, bahçeler, ağaçlar süslendi, tam bir aydır her evin penceresinde kocaman yıldızlar ve 7'li mumluklardan var, Noel Baba İsveç'te eşit davranmış, herkesin mumluğu ve yıldızları aynı olur mu? biraz büyüğü, biraz küçüğü, ya beyazı ya kırmızısıyla meğerse bugünü bekliyomuş Karlskrona. Lucia Day.


O mumların bir anlamı varmış, St Lucia'nın mumlarıymış onlar.
Aslında bir çok farklı hikaye var ama hepsinin sonu aynı, Lucia bir paganla evlendirilmeye çalışılıyor ama o kendisini tanrıya saklamak için kimseyle evlenmeden ölmek istiyor,ona verilen başlık parasını da ihtiyacı olanlara dağıtıyor ama inancı onu ölüme götürüyor.
Yakmaya çalışıyorlar olmuyor, mucizevi şekilde kurtuluyor, işkence yapıyolar, gözlerini oyuyolar ama o yinede görüyor hatta çoğu resimde Lucia elinde gözleriyle resmediliyor.En sonunda hançerle öldürülüyor.
Lucia, insanlara yardım ederken, iki elinide kullanabilmek için mumları kafasında taşıyor bu yüzdende "ışık" anlamına gelen Lucia Day, en karanlık olan gün, eski rumi takvime göre, en uzun gece olan 13 Aralık'ta kutlanıyor.

İsveç'te ve Norveç'te her şehir kendi Lucia'sını seçiyor ve seçilen Lucia'lar hastaneleri, bakım evlerini, okulları, kiliseleri ziyaret edip şarkı söyleyip insanlara bugünün özel kurabiyesi pekmezli Pepparkakor dağıtıyor (hmm heryerde heryerde olduğu için bende bunları yerken yazıyorum) Bide bu güne özel pudingler yada lapalar yapılıp kaselerden sadece birinin içine badem koyuyolarmış, onu bulan o yıl içinde evleniyomuş, ya da çok istediği bi dileği gerçekleşiyormuş.
İsveçliler temkinli insanlar,biz içli köftenin içine para koyuyoruz mesela, onlar badem. hiç bir şekilde kazaya mahal vermiyolar, geçen gün yerde kırılmış bi saksı gördüm ama kesin biri bilerek kırmıştır diye düşündüm, hayatta biyerden düşmüş olamaz, otobüsler bile sen yerine oturmadan kalkmıyo - evet ben aheste aheste yer bakıp, yavaş yavaş en sona yürürken ve herkes bana bakarken anlamalıydım- o yüzden her evde olan o geleneksel mumlar da tabiki elektrikli.

Karlskrona'nın Lucia'sı bizim okula da geldi, şarkı söyleyerek geliiiip, şarkı söyleyerek gittiii. Belinde kırmızı kurdelesi, bembeyaz kıyafeti bide kafasındaki mumdan tacıyla.

Akşamda merkezde saat kulesinin önünde toplanılıp, Lucia'nın yolunu simgeleyen mumlara bakıp yine şarkılar söylendi,yağmurlu ve soğuk bi Lucia günü! hem neden saat kulesinin orda toplanıp aynı şarkıları yine dinleyerek o mumlu yola baktığımızı anlamış değilim, Lucia bile yok aramızda ama sevgidolu İsveçliler sıcak elmalı şıra ve kurabiye dağıtıyorlar orda da.
Biz tabiki yabancılar herkesin yukardan baktığı o ışıklı yola inip mumların arasından yürüdük, hatta aramızdan daha da yabancılar mumları söndürerek yürümüşler ki ben görmedim görsem Lucia'ya saygımdan yeniden yakardım.



vee işte Karlskrona'nın Lucia'sı ve şarkısı...
bi anda bana dönüp üstüme doğru yürüyünce bi heycanlandım noluyo diye, kamerayı falan unutmuşum ama olsun blogta hizmette sınır tanımıyorum ve sizi şarkıyla başbaşa bırakıyorum





9 Aralık 2011 Cuma

özge'den basın açıklaması: ben erasmus değilim

Erasmusa geç kalan özge, yine de inatla gidecek mi? 90 doğumluların arasında zamanla yarışabilecek mi? İstanbuldaki yoğun tempodan sonra yeniden öğrenci olabilecek mi?? derken şaka maka tam üç aydır burdayım, bazen öyle zamanlar oluyo ki babanemin evi gibi oluyor burası zaman hiç geçmiyor - özür dilerim babane seninle bi ilgisi yok tamamen bayramlarla ilgili hassas bi konu- bazen de hemen geçiyor hiç anlamıyorum, bazen sabaha karşı uyuyorum uyandığımda yine karanlığı görüyorum mesela bugün saat 16.00'da hava kararmaya başlamıştı ve tepede dolunay vardı,  bazen de ondokuz-yirmiliklerin arasında buluyorum kendimi böle içimden bi abla çıkıyor, o zamanlarda en çok duyduğum laf " aa hiç göstermiyosun" oluyor, "neyi göster miyorum? ne var ki  göstercek alt tarafı "almost 30" demek istiyorum ama sonra bi duruyorum almost 30 mu - dur ya !

Facebookumda hergün çocukluk arkadaşlarımın isimleri değişiyor, soyadları uzuyor da uzuyor- soyadı iki kere değişen var öyle düşün :)
herkes bana "valla ne iyi yaptın ya gitmekle, ohh beee" diyor ama orda hergün düzenine düzen katıyor, hayır iyki gelmişim, üç buçuk yıldır aynı masada oturup, aynı işi yaparken birden bambaşka bi yerde bambaşka insanlarlayım, dünyanın öteki ucundayım ama sorunum şu ki ben-erasmuslu-olamıyorum! yani tam olarak olmuyo, her dakika  bi event var, herkes "i am in" diyor, bende "i am in" diyorum ama onlar kadar "in" olamıyorum. (bundan sonra yazıda erasmuslulardan onlar olarak bahsedilecektir)

iş yok, dert yok,kafam rahat, mutluyum, eğleniyorum... ama onlar kadar değil! bazen aynı şarkıda aynı ortamda aynı insanlarlayken ben hafif tebessümle hafif ritmde kımıldarken onlar resmen eller havada kahkahalarla danza kuduro yapıyolar, aramızdaki level farkı tabi alkolden de kaynaklanıyo olabilir ama sanırım yine de yaşla doğru orantılı bişey bu :)

bi de erasmuslu olmak için tek gecelik aşklar yaşayacaksın, kural buymuş, herkes birbiriyle çıkıyo sonra arda kalanlarda -artık da diyebiliriz:) birbiriyle çıkıyo, galiba öyle bişeyler oluyo, havada hep aşk kokusu var ama bi günlük, bi gün mü? neden dündü de bugün değil? bilmiyorum

yüksek dozda gençlerin arasında kalmış hissediyorum kendimi, yaşıtım eş dost buldum da onlarla takılıyorum, zaten bu kadar geç kalmışken şöle kırkımda falan gelseydim daha iyimiş valla, en azından "gençlerle gençleşiyorum canııım" derdim de danza kuduro öğrenirdim.

kısaca bu bir basın açıklamasıdır: ben erasmuslu değilim, okumaya geldim, gidicem.. ya da şöyle de diyebiliriz bi arkadaşa bakıp çıkıcam saygılarımla..

5 Aralık 2011 Pazartesi

hola barselona !


Gaudi'nin elinin değdiği şehir, Barselona..
Bi şehri bu kadar mı değiştirir bi insan eli, Gaudi hayranım sana

Kasım 12, İsveç'ten gelirken giydiği montu Fransa'da çıkarmış birine Barselona'da hırka bile fazla geliyo, güneş tepemde t-shirtle geziyorum! işte bu yüzden Akdenizi seviyorum.
Akdenizlileride seviyorum, tek kelime ingilizce bilmeden sizi sorduğunuz soruya pişman edercesine yol tarif etmeye çalışan bi süre sonra da ispanyolca anlaşmaya başladığınız sıcak insanlar!  tam da bizim kanımıza uygun hızlı bi şehir burası.

Barselona'da beni etkileyen bişey var, her sokağının ayrı ayrı işlenmiş olması mı bilmiyorum... her binaya uzun uzun bakabilirim burda, nasıl ayrıntılı, nasıl ince düşünülmüş bi şehir burası, dantel gibi biri işlemiş sanki.
Paris'in sanat eserleri gibi değil burda başka bişey var, buldum yaşanmışlık!
Burda yaşamış insanlar, o eskimiş ama bakımlı görüntünün altında yatan şey bu işte, Paris'ten belkide daha romantik bi havası var, Paris'teki koşturmacamın yerini burda dinglinlik aldı, hatta baya yavaşlamak istiyorum zamanda dursun biraz, sanırım burda yaşlanmak istiyorum!

Heryeri gezmek için Barcelona Bus Turistic turlarını seçiyoruz yine, zamanınız da azsa hiç yerleri bulmayla uğraşmazsınız, %100 Barcelona sloganıyla gerçektende 36 noktada durarak heryeri gezdiriyor ama diğer şehirlere göre bu tur biraz pahalı, çok da büyük olmayan Barcelona'da bence kendinizde gezebilirsiniz.

Tamda o 36 durağın daha ilk onundayken o güneşli hava bi gidiyor, yağmur yağmur, sanki durmayacak gibi bi yağmur yağıyor, Barselona'nın bi havasına bi kızına güven olmaz demiş miydim :)

Beni en çok etkileyen yeri Catalunya meydanı, Katalunya Barselona'nın özerk bölgesi hatta kendi dili bile var katalanca, o sokaklarda gündüz gezmek ayrı, gece gezmek ayrı güzel, her sokak başında bi sokak müzisyeni çıkıyor, hepsine dalıp gidiyorum hepsi ayrı konser gibi, müzikle yaşayan bi kent burası, metroya yürürken, metro beklerken ekranda, metronun içinde müzikle gidiyosun evet Barselona seni seçtim!

Catalunya meydanından aşağı doğru yürürsen La Rambas ana caddesine çıkacaksın,mağazalarıyla istiklal caddesi gibi bi cadde, Stradivarius, Zara, Pull and Bear, Bershka gördüm sonunda! bu işi iyi biliyolar.

Catalunya meydanının yukarısında da Gracias bölgesi var ki Gaudi'nin Casa Batllo, Casa Mila'sı bu cadde üzerinde birden balık pulları gibi duvarları ve dalga dalga balkonlarıyla hemen kendini belli ediyor zaten 


sonrada Gaudi'nin en önemli eseri Sagrada Familia var ki gerçekten içi de dışı da baş döndürür!



şuan biri çizse "hadi canım kolonlar gerçekten de böyle mi olacak" dersin o kadar ayrıntılı düşünülmüş ki inanmazsın bunun gerçekleşeceğine. Gaudi bu katedrali bitiremeden ölmüş,1882 yılında başlanan kilisenin yapımına hala da devam edildiğini düşünürsek neden buraya "bitmeyen kilise" dendiğini anlarız, bitmeme sebebide Gaudi öldükten sonra onun çizimindeki hayal gücünü tam çözememiş olmaları ve o ölene kadar takır takır işleyen inşaatın günümüz teknolojisine uyarlanamamasıymış, çünkü bu deli- dahi adam zaten kendi çizimlerinede uymadığı ve her adımda yeni şeyler eklediği için şimdi  ağaçların dallarından esinlendiği kolonlarının devamınada onun gibi bi dahinin elinin değmesi gerekiyor sanırım.


Ölümü bile bu kilisenin elinden olmuş zaten,tam 44 yıl ince ince işlemiş kiliseyi sonra yaptığı esere geri geri giderek bakarken tramvayın altında kalarak ölmüş, halk arasında çok şık, giyimine düşkün olarak bilinen Gaudi 'nin sevdiği bikaç kişinin ölümünden sonra delirdiği söyleniyor son on altı yılında bu kilisede yaşamış ve öldüğünde de dilenci sanıldığı için ilgilenilmemiş bile. Bu resimdeki de son yıllarını geçirdiği odası, zaten mezarının da burda olması Sagrada Familia'yı iyice önemli kılıyor.

Marinanın olduğu sahiline inip orda balık yiyip kendinizi Bodrumda hissedebilirsiniz, hmm yemek demişken soslu midyelerinden, Patatas Bravas geleneksel ispanyol patates kızartmasından bide tabiki tapasından denemeden dönmeyin, tapas mı! o kadar çok tapas çeşidi var ki zaten anlamayıp iyi o zaman şunda olive yazıyo zeytinli bişey diyip 5 euroya bi zeytin tabağıylada karşılaşabilirsiniz, kısaca yemek öncesi  biranın yada şarabın yanındaki tüm mezelere tapas deniyor en güzeli bakarak seçilenler, tapas gecesi yapın, bi tabakta benim hatrım için zeytin tabağı alın






4 Aralık 2011 Pazar

paris paris paris


üç kere yazdım, dört gün kaldım yetmedi bikaç kere daha yazabilir miyim? bikaç gün daha kalabilir miyim? paris paris paradise!

hadi kişisel bloga dönmesin, erasmusla daha sonra gelecek olanlara faydası olsun diyorum da yinede yorumumu yapıcam, Paris'e ailenle gittiysen bidaha gitmek zorundasın, çünkü hava alanına adım atan herkes bi romantikleşiyo,annemle babam bile öpüştü öle düşün, hangi ülkeden gelirsen gel hava bi anda ısınıyo, güneş açıyo. Bu olmadı ben bidaha gitmek zorundayım.-gelecekti sevgilim, merak etme gideceğimiz yerleri ben düşündüm-
diyor Paris'e geçiyorum.

Kasım 8, hava mis, İsveç'ten montuyla gelen biri için fazla sıcak,elimde uzun bi liste, önümde 3 gece 4 gün, sonuç: yetmedi, müzeleri gezerken Paris sokaklarında yürümeyi kaçırdım, Champs-Élysées'de ee nasıl diyodunuz heh Şanzelize'de mağazalara bakerken,başka şeyler kaçırdım burda, uzun bi müddet kalmadıkça hep bişeyler kaçırıyorum hissi var hatta.

Ben o zaman Paris top 10 listemi yaparım, gerisini size bırakırım, sizde gitmeden listenizi yapın, hiçbişey kaçırmayın.

1-Kesinlikle Seine Nehrinde gezinti

Burda da tabiki Paris city hop on hop off tour larla nehrin üzerinde bir gün, evet ilk tavsiyem bu, kasımda olsa, soğukta olsa, üstü kapalı botlarla nehrin iki yakasına dizilmiş bütün müzelerde hop inip yirmibeş dakikada bir gelen diğerine hop binebilirsiniz.

2-Notre Dame Katedrali
Paris'in simgesi Eyfell değil kesinlikle Notre Dame olmalı!
19.yy'da imparator III.Napolyon döneminde Paris'i Avrupa'nın modern başkenti yapma düşüncesiyle bütün Paris'in yıkılıp yeniden inşa edildiği bir dönüşüm sürecinin yaşandığı o dönemde -yazar burda uzmanlık alanını konuşturuyor- Notre Dame Katedrali'de bakımsız bulunduğu için yıkılmak istenmiş ama Victor Hugo'nun katedrale dikkat çekmek için yazdığı bi kitapla yıkılmaktan kurtuluyor.
Victor Hugo katedrali kurtarmak için ne yazacağını düşünürken kilisenin duvarda "ANAΓKH" yani eski yunancada kötü talih” anlamına gelen Gotik harfli kelimeyi görmüş ve aklına Quasimodo karakteri gelmiş ve o duvardaki yazı sayesinde katedralde kötü talihinden kurtulmuş olmuş.Hatta orjinal adı Paris'in Notre Dame'ı olan kitabın, Notre Dame'ın Kamburu olarak çevrilmesine ve ünlenmesine tepki olarak Victor Hugo kitabın ana karakterinin Quasimodo değil, Katedral olduğunu vurgulayıp durmuş. Quasimodo ve aşkı bu kadar sevilmeseydi şuan bu kilisede olmayacaktı öyle mi? 19.yy Fransız şehir plancıların elinden kurtulmuş bi başyapıt burası!
 Her duvarında ayrı bi sanat var, her mimarın elinin değmesiylede bir anıta dönmüş artık Notre Dame. Meryem Ana figürleri, Rose Window renkli vitray camlarıyla huzur veren bir katedral. Sadece turistik gezi içinde açık değil hala Paris başpiskoposluğuna ev sahipliği yapıyormuş hatta Fransızca, Almanca, İngilizce ve İspanyolca dillerinde günah çıkarmak için gelenleri de odalarında bekliyo rahipler.

Sonra 380 basamak çıkarak 96 metre yukarıda gargoylelerin yanından Paris'i izlemek gerçekten muhteşem ve de hava güzelse, ve de güneş batıyorsa, o korkunç gargoyle bile güzel gözüküyo göze. Aslında kiliselerin çatılarındaki yağmuru boşaltmak için yapılmış bu heykeller neden bu kadar çirkinler diye sorarsanız, tabiki batıl inanç çıkar altından,kiliseyi kötü ruhlardan ve inançsızlardan korumak için böyle çirkinlermiş.




3-Sacre Cour Bazilikası (Kutsal Kalp kilisesi)



Paris'in en yüksek tepesi Montmarte'deki Paris'in ilk kilisesine sakın uzak diye gitmemezlik etmeyin, bembeyaz kiliseye giderken o dik merdivenleri çıkmamazlık da etmeyin, çünkü çıktığınızda bambaşka bi Paris'e bakıyor olcaksınız. hatta derlermiş ki, onun basamaklarına oturanlar aşık olurlarmış bu şehre, sonunda hep buraya dönmek isterlermiş.
havada kararınca merdivenleri amfitiyatro gibi kullanan sokak şarkıcılarını ve dansçılarını ve çevredeki canlı heykelleri görceksiniz. hatta her yerden süprizin çıktığı Paris'te tamda burda "10 dakika" sırta masaj yapan adamlar oturmuş masaj yapıyolardı turistlere

4-Ressamlar Tepesi


Sacre Cour'un yanındaki dar sokaktan biraz daha yukarı çıkınca bi anda bi meydana açılıyor, önünde tuvalleriyle, paris resimleriyle birsürü ressam orda resimlerini satıyo ve sizin resminizi yapıyo, bi anda rengarenk bi yerde buluyosunuz kendinizi, aslında ressamların bu dar sokaklarda ve Paris'in en yüksek tepesinde evlerinin olma nedeni eskiden buranın ucuz olmasıymış bide Paris'in tek tepesinde güzel bi rüzgar esiyo bu da boyaların kurumasını sağlıyomuş, düşünsene Van Gogh'un, Picasso'nun geçtiği yerler buralar, şimdi her pencerisinden rengarenk çiçeklerin sarktığı film stüdyosu gibi bi yer burası. notnot: zaten Amelie'de burda çekilmiş.

5 numarayla karşınızda Eyfel Kulesi (La tour Eiffel)

Paris deyince akla gelen demir kule...
Paris'e gitmeden de o kadar çok gördük ki yakından görmesemde bişey olmaz diye düşündüğüm bi kule kendisi, zaten heryerden görüyosun Paris' indiğinden itibaren her saat başında da yanıp yanıp sönüyo sanki hiç ilgi çekmezmiş gibi, ama yaklaştıkça büyüdü Efel, hmm sanırım bu kadar büyük de beklemiyodum. 325 metre uzunluk, 125 metre genişlik mi?
Bu kadar büyük bi kuleninde 26 ayda bitirilerek Fransız İhtilali'nin 100. yıl şenliklerine yetiştirilmesi ve 18.038 adet demiri birleştirirken kimsenin ölmemesi ilginç detaylarmış. Yapılırken sadece 20 yıllık izin alınmış ama bakmışlarki kule sayesinde Atlantik ötesi haberleşmeler bile yapılabiliyo- sökmemişler.dahada kimse söktüremez zaten :)

Bi de hep anlatılan bi hikaye var ki çok hoşuma gider.
Paris'in ünlü yazarlarından Guy de Maupassant Eyfel kulesinin yapımına tamamen karşı çıkmış ve eğer yapılırsa ülkeyi terk edeceğini söylemiş, sonra kule yapılmış bi bakmışlar Guy de Maupassant kulenin cafesinden çıkmıyor,her gün orda kahvesini içiyor, sonra ona Eyfel'i görmek istemezken şimdi neden hep Eyfel'de olduğunu sormuşlar o da " Paris'te Eyfel kulesini görmediğim tek yer burası olduğu için hergün burdayım" demiş, güzel demiş.

6-Louvre Müzesi

Neden bu kadar ünlü olduğunu anladım, çünkü bitiren yok! Wikipedia'ya göre 28 günde tamamen gezilen müze burası.
Önce sindire sindire yürürken,sonra adımlarım hızlandı, sonra bi baktım koşuyorum, bitirmek ne kelime, elimdeki harita Paris metro ağı haritasından bile karışık, defalarca kayboldum, artık hangi holdeyim bakmaz oldum, üçüncü saatte çıkmaya karar verdim ve çıkmak için n bi saat daha hiç görmediğim yerlerden geçtim, binalar birbirine bağlanıyor, katlar katlara, ama bi yerde yoğunlaşmaya başlıyor müze ve korkma sadece Mona Lisa'ya yaklaştın.
Louvre’da 6 bin tablo var, kimisi bi duvar boyunda kimisi boydan boya tavanda ama saatte 1500 kişi  77 cm x 53 cm küçücük bi tablo önünde Monalisa'ya bakıyor. Bide ben bakayım bu Mona Lisa gerçektende gülümsüyomuymuş? dedim benden önce Amsterdam Üniversitesi'nin matematikçileri çözmüş bu işi meğerse,
Mona lisa'nın yüz ifadesi % 83 mutluluk,
% 9 küçümseme, % 6 korku % 2 de öfkeyi gösteriyomuş. bende tam öyle dicektim tam bi gülümsemede sayılmaz bi tedirgin etti beni :) Zaten kaşlarıda yok, 16.yy'da kadınlarda modaymış bu.
Durun dahada ilginç bilgiler var elimde mesela sabit 20 derece ısıda 3 kat camın arkasında korunuyomuş tablo ve asıl ünlü olma sebebi 1911′de çalınmış olması. 2 yıl sonra yaratıldığı yer olan Floransa’da bulunduğu ve soygunla ilgili sorgulananlar arasında ünlü ressam Picasso'nunda olduğu söylensede hala sergilenen Mona Lisa'nın gerçek olmadığı da konuşuluyor.
Rodin'in heykellerini ve ünlü Winged Victory of Samothrace heykeli varki Monalisa'ya ulaşmaya çalışanlara süpriz gibi çıkar bi anda ve müzenin asıl aklınızdan çıkmayacak heykeli oluverir, Nike tanrıçasının başsız heykelidir, kanatları V şeklindedir, Nike işaretide burdan gelmiştir ve ne olduğunu bilmeden karşınıza çıkan bu heykelin neden o kadar ünlü olduğunu anlıyorsun işte bi şekilde, etkileyici bi heykel.
Ve Hamurrabi kanunları burda, Fransızlar Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşü fırsat bilmişler bunu getirmişler taa buraya, görünce bi heycanlandım, M.Ö 1700 ler mi! yani bundan nerdeyse 4000 yıl önce Babil'in 6. kralı Hammurabi'nin koyduğu 282 kuraldan hala geçerli olanlar varmış,mesela evlilikle ilgili kurallarda, allahım bende diyorum bu işte bi mantıksızlık var, taa 4000 yıl önceki evlilik kanunlarının değiştirilmesini istiyorum kralım. Susuyorum Babil kulesini ve Babil'in asma bahçelerini yaptıran bi krala saygım sonsuz zira -  evet zira?-

7-Moulin Rouge
Aslında kabare olarak inşa edilmiş bu özel bina, kırmızı değirmenleriyle Fransa'nın simgelerinden biri.
Benimde görür görmez aklıma filmi geliyor ve içerisini hayal edebiliyorum, aslında bu Fransızların kan kan gösterilerini merak ediyorum, 18. bölge dedikleri bu bölge gündüz hediyelik eşyaların satıldığı yerken akşam 23.00'ten sonra tamamen kimlik değiştiriyor, gündüz farketmediğiniz o barlar ışıklarını açıyor ve bi anda Beyoğlu'nun arka sokakları gibi pek de tekin olmayan bi yere dönüşüyor, gündüz dikkat çekmeyen mağzaların türü değişiveriyo bi anda, görülesi bi cadde

8-Şanzelize Caddesi (Champs-Élysées )
Bildiğin Bağdat caddesi, markalar bile aynı öyle düşün, trafik bile aynı, yani 8. sıraya koydum o derece bi cadde ama tabiki ışıl ışıl, rengarenk, süslü püslü ve sonundaki Paris'in Zafer Takıyla sonlanan dünyanın en ünlü bulvarı,1950'li yıllara kadar lüks butikler varken metronun yapılmasıyla artık halk da buraya gelir olmuş ve butikler yerlerini bilinen markalara bırakmış, yani neydi o eski Şanzelize deseler yeriymiş.

9-Orsay Müzesi  (Musee d'orsay) 
Hop on Hop off yaparken mutlaka inilesi müze, Seine nehri kıyısında heryerin ortasında, Van Gogh, Picasso, Monet eserlerinin olduğu müzeden çıkarken kapısındaki sıranın sebebini de anlamış oluyorsun.

10- Pont Des Amoureux (Aşıklar Köprüsü)


Üzerinde iki binden fazla kilidin olduğu köprü, Seine nehrinin üzerindeki 37 köprüden biriyken hatta adı sanat köprüsüyken 2008 yılından bugüne kadar aşklarını kilitleyen anahtarlarınıda denize atanların yeri burası,romantik Paris'in romantik köprüsü

yani uzun lafın kısası Paris'e giderken kilidinizi ve sevgilinizi unutmayın!
11.11.11'de Paris'teydim bi dilek diledim, yine gelicem beni unutma. Au revoir




3 Aralık 2011 Cumartesi

Kasımdı, Göteborg'taydım.

Bana Göteborg'tan ne anladın diye sorarsan, Karlskrona'dan büyük, Stockholm'den küçük, Kopenhag gibi, ama değil gibi bi İsveç şehri daha derim, o kadar. bi gece bi günden sadece aklımda kalan müzeleri müzeleri bide ee şey müzeleri oldu, Frida'nın eserlerinin olduğu sanat müzesine, geçmişten bugüne kıyafetlerin sergilendiği design/art müzeye


bi de eski kilisenin içine kurulan akvaryum müzesine gittim, gün bitti, ben bittim.


Bir şehri bi günde tanıyamazsın biliyorum ama aslında ne dersem diyeyim ben İsveç kentlerini seviyorum, hele de Göteborg'tan başka ülkeleri gezip yine İsveç'in bi kentine dönüyosan bunu çok iyi anlıyosun, yine kibar, yine huzurlu, yine sakin, serin kanlı, acelesi olmayan şehirler, hepsi birbirine benzer kiremit rengi yapıları, dik çatıları, Kasım rüzgarlarıyla yinede bişeyler çekiyo beni burda.

Göteborg'ta heryere tram'larla ulaşabilirsin, tramvaylar metro ağları gibi yerin altından geçmediği içinde bi süre sonra şehri öğrenmiş oluyosun zaten, enteresan bi ulaşım mantığı var burda mesela sen biniyosun orta kapıdan ya da arka kapı artık nerden binersen bin, kimse bilet kontrolü yapmıyo, sen içerden alıyosun biletini yada kartın varsa, sen biliyosun olduğunu o kadar, İsveçliler böyleler, sen sorumluluğunu bilip almış oluyosun zaten kimsenin sormasına gerek yok  bende"alla alla bu ne kadar insanlara güvenen bi ülke derken" bi istasyondan üç-dört tane adam biniveriyo ve kartlar lütfen diyo, ilginç bi kontrol sistemi, herkes gösteriyo biletini, göstermezsende aa tamam falan diyolar gibi bi halleri var zaten.

İstanbulda bi metro düşün ki bilet kontrolü yapılmasın, ön kapı arka kapı açılsın herkes binsin, kontrol olmasın olmasın bigün bi kontroler adam binsin, bana mı denk geldin o kadar metro var der, onu orda linç ederler linç, ne göstercekler bilet, milet.

Göteborg dedik Liseberg dediler

Kasımda Göteborg'a gidersen hafif yağmur olur,hafiften dondurucu bi soğuk olur, ama yazın yine gidilesi bi şehir Göteborg. Mesela Liseberg var ki; İskandinavya’nın en büyük eğlence parkı,ona gelmek isterim bidaha, sadece nisandan ekime kadar açık sonra kapalı Kasımın sonundan Aralık 23e kadarda  Christmas Market varmış,  masal gibi bi şey yaratmışlar, fotoğraflarına bile ba-yıl-dım, bakınız sizde bayılınız hatta oralardan geçerseniz mutlaka uğrayınız.
 - öle deme dünya küçük-


 bu da Göteborg sahili.Sahil kenti olurda manzarası güzel olmaz mı!



Götheborg Stockholm'den sonraki en büyük şehri İsveç'in, hava alanından aktarma yapmıcak olsam aklıma gelmezdi bile ama gelip yirmi gün kalan tanıyorum, İsveçliler seviyo burayı.
Karlskrona'dan trenle beş buçuk saat, sonrası malum merkez istasyondan hava alanına uçak saatinden 2 saat önce kalkan airbuslar var ama ben kaçırdım, tabi kaçıranlar içi hemen önünde taksiler var, taksiyle de yarım saat  ama şöyle bi ayrıntı var ki; iki hava alanı, ikiside şehrin iki ayrı ucunda, hangisine gideceğinizi iyi öğrenin , otobüsüde kaçırmayın, ben ettim siz etmeyin.

27 Kasım 2011 Pazar

şimdi havadurumu

Bugün Kasım'ın son pazarı.
İsveç'e geldiğim günden beri bu günü bekliyorum, bavulum hırka, kazak, yelek, atkı, bere hatta yün çorap dolu. Boğazlı kazaklarım,uzun kollu elbiselerim ulaşamayacağım en üst rafta, kaz tüyü montuma ara sıra bakıyorum, hala çok kaz tüyü.

Kısaca kış hala gelmedi- yani gelmemişti- ta ki az önceye kadar.

Bu yıl şanslı sayılırız,küresel ısınmayı destekleyen söylemler vermek istemezdim ama ilk defa bi doğa olayı işime yaradı, "geçen yıl bu zamanlar..." la başlayan cümleler duyuyorum sürekli, çünkü geçen yıl bu zamanlar burda kara kışmış, hatta iki yıl önce bu zamanlar 2 metre kar varmış, hayır! bavulum hazır ama ben buna hazır değilim,

dün mesela hafif yüzüme yüzüme rüzgar çarpınca bi bozuldum, ara ara yağmur yağdığı oldu burda ama hep bi romantik, yapraklar dökülürken çiseliyodu, fonda da bi müzik çalıyodu  ama dün hiç de romantik değildi yağmur, rüzgarla karışık parçalı bulutlu bişeydi, saçım başım dağıldı, üstüm ıslandı, şemsiyem ters döndü!
Şimdi odamdayım, bazı sesler duydum, gerçek mi diye camı açtım az önce, korku filmindeymişim gibi bi rüzgar sesi var, arada  hakketten duydum mu diye yine camı açıyorum, gerçekten de bu ses korku filmindeki rüzgar efekti, onu çok iyi tanıyorum.

Hafif tırstım bide bi korku sardı içimi  "winter is coming" :)


25 Kasım 2011 Cuma

bu bir Rynair reklamıdır.



Buraya gelme amacım süper bi master dereci yapıp, adımı tarihe altın harflerle kazımak falan değil, aksine harf marf istemem, ben kendimce, sessizce, huzurluca yaşar, Hej da  der giderim burdan.
Aslıda amaç en başından beri aynı, madem Paris'e değil, Venedik'e değil (evet olabilirdi- sus hiç açma o konuyu) İsveç'e gidiyorum, ingilizceyi bari doğru düzgün konuşalım, gitmişken de bi iki yer gezelim, o kadar gitmişim bari daha da kuzeylerede gideyim bu dünya nerde bitiyomuş onu da görelim. işte bu kadar.

Geldikten sonra tabi hemen öğreniyosun nereye nasıl gidilir. Mesela Karlskrona'dan başka bir ülkeye gitmenin ilk şartı, önce başka bir ülkeye gitmektir :) Yani direk uçuş yok burdan, En yakın Ronneby havalanından sadece Stockholm'e gidebilirsin,Stockholm'den tabiki istediğin heryere... ama onun yerine genelde tercih edilen Kopenhag'a ya da biraz daha yakın Malmö'ye trenle gidip ordan gitmektir.

Rynair, Wizzair, Easyjet gibi ucuz havayolları genelde kurtarıcıdır, hatta Avrupa'da yaşasam İtalya'da bi ev alırdım yazlık niyetine, uçuşlar erken karar verdiğinde 5€, 8€, 10€.  Ben Göteborg'tan Paris'e biletimi 15€'ya aldım mesela.

Ucuz diye mi, insanların çok mu yaşamışlıkları var bilmiyorum ama Rynair deyince hemen bi korkuyolar, Kışın kalkmaz rötar yapar, kanatları donar, hem onlar charter uçak diye diye korkutmaya başlıyolar sizi. Banada bunlar söylendi tabiki.
Ama yinede 15€'ya Paris pek kaçırılcak fırsat değildi. Gerçi sonra aldığım biletlerde, hatta son dakika yaptığım check inlerde bile koltuk numarası vermediklerinde bi için için "hadi bakalım, dolmuş gibi bişey heralde" dedim se de korkma, değilmiş.

Hiç de öle küçük müçük değil 150-200 kişilik uçaklar, koltuk numaran yok ama  tabiki ayakta kalmıyosun:) ve kimse koşa koşa binmiyo bi metrobüs havasıda yok gayet neresi boşsa oturuyosun ve ben Göteborg'tan Paris'e, Paris'ten Barcelona'ya ordanda Stockholm'e Rynair ile gittim. Hepsindede cam kenarında oturdum hatta baktım arkamdaki bebeler vızıldıyo kalktım başka cam kenarına oturdum yani aslında böylesi daha iyiymiş, like!

Ama neden ucuz olduğunu da anladım sanırım, çünkü hava alanları şehirlere çok uzak. Hatta bazı şehirlerde kendi hava alanını kurup oraya indiği için fiyatlar bu kadar ucuz. Sadece Barcelona'daki El Part hava alanı merkezdeydi onun dışındakilerde ayrıca merkeze ulaşmak için uçakla geldiğin kadar yol gidiyosun ve uçağa verdiğin kadar da ona para veriyosun.
Hemen bi örnek;
Göteborg -Paris (BVA) arası uçakla iki saat, fiyat: 15€
Paris hava alanından merkeze ulaşmak airbuslarla iki saat (77km) fiyat 15€ ama Paris'te olmak paha biçilemez:) -tabi bu başka yazının konusu-

Rynair'in diğer ucuz olma sebebi: Bagaj konusu.
Bu fiyatlar yanına sadece el bagajı aldığında geçerli, benimde zaten küçük bi çantam olduğuna göre benim için sorun yok ama tabiki bileti alırken bagaj seçeneği var onu seçersen biraz daha artıyorfiyat o kadar, serbest olan el bagajının ölçüleri 55x40x20 olmalı, ,kamera çantası bile olsa ikinci bir çantayla giremiyosun, hepsi bu çantanın içinde olcak şekilde sadece bir çantayla uçağa binebiliyosun.

Ben ölçüler konusunu netleştirememişim aslında, baya büyük çantalı insanlarda girdi uçağa onlarla, gerçi ben kamera çantam omzumda asılı da girdim ama normalde aklınızda bulunsun eğer el bagajı şartlarına uymazsanız 40€ cezası varmış.

Kısaca bu bir Rynair reklamıdır. Rynair ile hiç bir aksilik yaşamadım Paris'ten Barcelona'ya gidişimizi saymazsak! önce 2 saat rötar yaptı sonrada uçak kalkmadı o kadar :) hava o kadar sisliydi ki hava alanından hiçbir uçak kalkamadı aslında, bizde önce Paris'ten iki saat uzak olan Lille şehrine gittik ordan Barcelonaya geçtik, böylelikle 2 saatte gideceğimiz Barcelonaya nerdeyse 6 saatte gitmiş olduk, tabi bir koca Barselona günü de böylelikle havada geçmiş oldu.

Şimdi yeni bi tur programı yapıyouz ve ben tabiki ilk olarak Rynair'e bakıyorum,hmm sizde check-in inizi yapmayı ve havaalanına giderken çıktılarınızı almayı unutmayın! havalarda görüşürüz.

21 Kasım 2011 Pazartesi

ama niye gidiyorum bi sor?

En çok "partilere gitmem ben yaa" diyenden kork

Önceki yazılarımda, gelmeden önce, geldikten az sonra ki yazdıklarımda tekrarlayıp durdum bunu, hatta gelmeden önce burdaki arkadaşların "her haftasonu biyerlere gidilir burda, ona göre de bişeyler al yanına" demelerine kıskıs gülerek, "yaa ne partisi yaaa, olur a nobel ödülü gibi bişeye katılırım" diyerek en efendi party kıyafetimi getirmişim, şimdi o elbiseme bakıyorum, kendisi leoparlı, omuzları pullu.. birileri evlenirse giyerim artık. zaten kısa bi süre önce de kendimi anneme "annee ya benim şu elbisem varya hani eteği şöleydi onu getirir misin" derken bulmuştum. Kısaca insanoğlu evrim geçire geçire bitmiyor evrilmesi, heryere uyum sağlıyor.

Evrildim valla bak, Tamam bahane yaratmıyorum, evet o partilere gidiyorum ama niye gidiyorum bi sor? 
Yapacak daha iyi bişey olmadığı için.

Zaten bu blog bunun için değil miydi, yaş 27'de yeniden okumaya karar vermiş, Yaris'ini satan özge'nin öyküsü değil miydi, alın işte size gelişme bölümü.

Şimdi zaten yeni dönmüşüm gezmekten, her gittiğim şehirde "ah yaa keşke burda okusaymışım, her dakika canlı, canın sıkılırsa çık dışarı, bi iki sokak müzisyeni dinle gel" dedim sonra bi kızla tanıştım Barselona'da okuyan, "ne kadar şanslısın" dedim , o da demesin mi "bende İsveç'e gelmeye çalışıyorum, burası bakma böyle dışardan güzel, ekonomisi çökmüş durumda", tabi bu benim içimi rahatlattı mı, hayır! bana ne dünya ekonomisinden, ben mi kurtarıcam dünyayı, benim parayla ilişkim burda muz, elma almaktan ibaret bi de barlara giriş ücretli işte o kadar.

Kısaca burada bi süre dirensen de, sonra haftasonu gelse de bi eğlensek demeye başlıyosun çünkü sen de İsveçlilere ayak uydurmak zorunda kaldığın için haftaiçi 22.00'dan sonra son otobüsle evine dönmezsen dondurucu soğukta yürümek zorunda kalıyosun ve bir tek haftaonları eğleniyosun.

İşin daha da komik kısmı, kaçacak yerin yok, ben ilk başlarda bi iki denedim ama imkan yok tek girdiğin yerde 10 dakika içinde 10 tanıdıkla karşılaşıp, çıkarken 30 kişi aynı otobüsle eve dönüyosun. Otobüs gece 03.20 de sakın kaçırma, zaten erken çıkmak istersen de olmaz 3'e kadar eğlenmek zorundasın! İstanbul'da ki yaşantını unut, burası başka bi dünya ve ayak uyduracaksın. İnsanoğlu buraya geldin, eğlenmek zorundasın!

Teknik nedenlerden dolayı kapalıyız.




Tam da o kadar gezmiştim, Göteborg'tan başlayıp, Paris'e, ordan Barcelona'ya ordan Stockholm'e ve sonunda Karlskrona'ya dönmüştüm ki, tam da hepsini ayrıntılı ayrıntılı anlatacaktım ki, tam bi Erasmusluya yakışır yorumlar yapacaktım ki, hevesim kursağımda kaldı. Fotoğraf makinalarımı hava alanında unuttum!

Ne ilgisi var dersen, çok ilgisi var, bi kere moralim bozuldu, canım sıkıldı, keyfim kaçtı, yazı hayatım bitti, hatta bunu anladığım an, resmen hayattan soğudum. Abartmıyorum valla bak. Koca bi çanta, içinde koca bi fotoğraf makinası, daha da koca bir zoom, çantanın ön gözünde dijital makina, arka cebinde mp3 çalar, nasıl bi çantaysa hayatmın tüm teknolojisini bir anda kaybettim.

Sonra dedim ki kendi kendime, İsveç'teyiz Özge. Yarın havalanını aradığında onlardadır.Barcelona, Paris, İstanbul yada herhangi bi şehirde biraz imkansız gibi bişey bu, oracıkta parçalar, dört ayrı kişiye satarlar içindekileri ama burası İsveç, herkesin zengin, kibar, duyarlı olduğu ülke. Bulan kişi hemen götürmüştür, kayıp eşya bürosuna vermiştir? vermiştir di mi? evet vermiştir. diye diye sabahı zor ettim (aslında tabiki zor etmedim, kafamı yastığa koyduğumda uyumamla ünlüyüm, ama böyle söyleyince daha bi anlamlı oluyo yazı)

İsveç'in her iş alanındaki gibi bunda da bikaç saat çalışan kayıp eşya bürosunu 12-16 arasında yakalayıp sordum, biraz daha ayrıntı verirmisiniz, başka başka neler vardı? dedikten sonra işte beklediğim cevap! "evet, makinanız bizde" canlarım benim, seviorum seni isveç, ama burası güvenilir diye herşeyimi orda burda bırakmaya o kadar alıştım ki İstanbul'a dönünce gasplardan gasp beğenicem :)

Kısaca fotoğraf makinamı adresime bile gönderiyorlar,keyfim daha yeni yerine geldi, makinam da bana ulaşınca bende ayrıntılı yazılar yazıcam, coming soon

3 Kasım 2011 Perşembe

Kopenhag'a gitmelisiniz, o kanaldan geçmelisiniz

30- 31 ekim 2011... Ben planı yaparken kara kış olur diye düşünüyodum ama hala yağmur yok, kar yok, çamur yok hatta huzur var kuzeyde.

İki ay oldu İsveç'e geleli, hep nasıl olsa yolum düşer Kopenhag'a diye çok da aklım kalmamıştı ama ama ama o güzel havalarda burayı nasıl kaçırmışım ben.

Görülmesi gereken şehirler arasında Kopenhag var mıdır? ben mi görmedim, hiç listeye almadım bilmiyorum ama Kopenhag da bence o listede olmalı.buraya gitmelisiniz o kanalı geçmelisiniz! Sislide olsa, pusluda olsa bayıldım Kopenhag'a. Kanalıyla Amsterdam ile yarışabilir hatta, eğer tanıtım ile ilgili bi sorunu varsa bu işe el atmayı düşünüyorum:)

Tabi bi Roma gibi gez gez bitmeyen bir şehir değil, iki gün gayet yetiyo ama Kopenhag'tan heryere tren ya da uçak bulabileceğinizi düşünürsek burayı transit geçmeden önce mutlaka vakit ayırmalısınız.
Karlskrona'dan Kopenhag'a 3saat 29 dakikada trenle gidilir, trende çoluk çocuk, çocuklariyla adam asmaca oynayan neşeli isveçli anne babalardan uzaklaşmak için "quiet area"ya geçip kafanızı dinleyebilirsiniz.

Kopenhag'a indigimde aksam olmuştu bile, gerci artik burda havalarin 5te karardigini düşünürsek, benim kendime gelmemle aksam olmuş oluyo artik burda.

Ilk izlenimim "burasi ne kadar kalabalik" oldu. Istanbul'dan sonra 35.000 nufuslu Karlskrona`ya yerlesip, sakinligine alişana kadar iki ay geçmişti ki şimdi de bi anda kalabaliktan başım döndü, sanırım sakinligi sevdim ben, bu iyi mi kötu mu karar veremedim çünkü Kopenhag`ta bir anda kendimi bağırıp çağıranlara, laf atanlara sert sert bakarken buldum. Ama bilin bakalım koca şehirde birbirlerini ite kaka şakalaşan, küfürler eden ve laf atanlar ne`ce konuşuyordu:) Evet üzgünüm yine Türkçe. 

Kopenhagta da farkettim ki, Avrupanin her sehrinin bir ortak özelligi var, her yerde Türklerle karşılasıyorsunuz, o kadar çokuz ki, heryerde heryerde, sanirim bu gidişle 100 yil sonra yine bi imparatolukla dünyayı ele geçiricez, daha adımımı atar atmaz zaten Tarkan şarkıları karşıladı beni, bi anda kalabalık, karanlık, ışıl ışıl ara sokaklarda, her köşe başındaki sokak muzisyenleriyle kendimi Taksimde yürüyomuş gibi hissettim ve ilk defa farkettim ki İstanbul'u çok özlemişim.

Kopenhag'ın diğer kuzey ülkelerinden farkını buldum; sarhoşların, delilerin  ellerinde içki şişeleriyle sokaklarda gezmesi ve diğer şehirlerde hissedilen o sonsuz guvenin yerini burda tedirginliğe bırakması. Mesela Karlskrona'da gecenin 3'ünde eve dönerken yolda yürürken hatta ormandan geçerken bile tek korkun ya karşıma geyik çıkarsa olduğu icin, iki ay sonra ilk defa çantamı sıkı sıkı tuttum burda.

Otelimiz Copenhagen Central Station'a cok yakın, zaten çok büyük bir sehir olmadigi icin istedigimiz heryere rahatlikla gidebiliyoruz, aklınızda bulunsun havalanından buraya her 25 dakikada bir tren var ve 17 dakika sürüyor. İnsanlar bazı şeylere kaç günde alışıyorlar bilmiyorum, her şeye 41 günde alışabildigimiz ile ilgili bir kitap okumustum gerci ama ben burda bildiğin dakik oldum! Döndüğümde de gıcık bi kız olmaktan ölesiye korkuyorum, çünkü sürekli burda kendimi saat 14.38 de şu trene binersek bir sonraki 15.13 otobüsü cok uygun derken buluyorum ve spontone özge´den uzaklastigim icin kendimden korkuyorum ama burda hersey saatli ve o dakika orda olmazsan o otobus seninle yada sensiz yoluna devam ettigi için ve bir sonraki otobus bazen 1 saat sonra geldiği icin istanbul'da ki gibi "nolcaaaak ya elbet bişekilde gideriz" diymiyorum huh íçimi rahatlattım devam edebilirim çünkü bu yazının tam 17 dakika sonra bitmesi gerekir ki dersime girebileyim :)

Kopenhag'ı baştan sonra gezebilmenin en iyi yolu yaz kış calışan Nyhavn´dan başlayan kanal turlarına katılmaktır, tavsiyem sadece bu hatta, çünkü her durakta inebilir 25 dakikada bir geçen sonraki bir bota binip tura devam edebilirsiniz ve buna sabah 10da başlayıp öglen 4´e kadar yapabilirsiniz, zaten o arada da en önemli yerlerde durduklari icin bütün önemli yerleri görebilirsiniz, ertesi günü de müzelere ayirdiginiz zaman alın size super iki günlük Kopenhag turu.

En etkilendigim yerlerden bahsetsem yeter,

1- Christiana: Dünyanın tek anarşist mahallesi

Gitmeden önce hakkında çok şey okumuştum ama pek resim bulamamıştım, çünkü mahallede fotoğraf çekmek yasak ve gidince neden hiç kimsenin o yasağı delemediğini çok iyi anladım. Korku! Bi anda esrarın ortada satıldığı, zencilerin, içi geçmişlerin hatta dışı bile geçmişlerin tezgahlar kurduğu, fonda reggae müziğinin çaldığı, köpeklerin bile kafasının bi dünya olduğu bi mahalle düşünün, sadece girişinden bi fotoğraf çekmiştim mahalle içeri girdikçe güzelleşiyor ama tiplerde gittikçe ilginçleştiği için o kapıdan girerkenki cesaretimi kaybettim çünkü daha kapısında kuralları asılı.
Burada 3 kural geçerlidir.
1-Koşma
2-Fotoğraf çekme
3-Eğlenmene bak
bende makinamı cebime koyarak sakin sakin yürüyorum çünkü resmen korkuyorum.

Ama acayip etkiledi burası beni, kendi dünyalarını yaşayan, Avrupa Birliğini kabul etmeyen, anarşist bi dünya burası zaten mahalleden ayrılırkende "şuan Avrupa Birliğine giriyorsunuz." yazılı bir tabelayla uğurluyor sizi.

Mahalle 2.Dünya savaşında işbirlikçilerin idam edildiği bir araziyken 1971 yılında askeri depo olarak kullanılıyor daha sonra da J.Ludvigsen adında bir hippinin manifestosuyla başlayıp bugünkü haline geliyor. 1970li yıllarda sanatçıların, bohemlerin yaşadığı bir yermiş burası o yüzden de heryerde sanat eserleri var, binaların üzeri resimler, rengarenk grafitiler, tenekelerden, camlardan heykeller var. O dönem sanatçılar kendi sebzelerini yetiştirip, kendi çaldıkları barlarda eğlenip kendilerine bi dünya yaratmışlar burda ama daha sonra uyuşturucu, mafya, hükümet ve polis işin içine girmiş ve mahallenin asıl sakinleri burayı terketmişler ve burası uyuşturucunun serbest satıldığı, mafyanın arkasında olduğu, polisin karışamadığı hatta medyanında bu başkaldırıyı desteklediği bir mahalle olmuş, ne zamana kadar böyle devam eder bilmiyorum ama Danimarka'dan apayrı bir dünya olduğu kesin.

2-Rosenborg Kalesi ve Kral'ın bahçesi

Kral IV. Christian'ın ölene kadar yaşadığı Rosenborg Kalesi kendisi çok ihtişamlı olmasa da bahçesi kocamaaaan ve o kadar romantik ki sırf bahçesinde gezmeye ve şuan içinde sergilenen kralın eşyalarını görmeye gidilir buraya, Kralın ve kraliçenin taçlarının, takılarının karşısında uzun süre bakakaldım,  kralın tacı! allahıım bu ne! sanırım her gören o cama yapışıyo benim gibi, insanlardan korkmuşlar, içeri el çantası sokmak bile yasak bu müzede.



3-Church of Our Saviour (Vor Frelsers Kirke) ve kulesi


Baş melekler Mikael, Jeremiel, Kerub, Uriel, Gabriel, Raphael'in heykelleriyle koruyucu, huzurlu, kuzey Avrupa'nın en büyük çanının olduğu kilise ve 400 basamaklı kulesiyle görülmesi gereken kilise.






O 400 basamağı çıkıp en tepesinde bana bi ışık indi, huzur buldum, gözlerim karardı hmm sanırım yoruldum :)

Bunlar top 3 listemdi, deniz kızı cüce The Little Mermaid, en uzun yaya yolu Stroget caddesi, Christianborg kalesi ve diğer müzeleriyle Kopenhag bundan sonra bana gelen misafirlerle ilk buluşma yerim oldun sen.